Uluslararası düzeyde akademik ve sektörel çalışmaları bulunan, yazdığı kitaplarla sezgi ve uzmanlık hakkında yapısal, kavramsal, olgusal ve pratiğe dönük bilgi ve deneyim paylaşımında bulunan, “Üç Ceket Karar Verme Yöntemi” gibi kavramsallaştırmalar yapan Mete Han Gür ile sezgi ve uzmanlık üzerine bir röportaj gerçekleştirdik.
Branding Türkiye’nin “Duayenlerle Röportaj” serisinde bu kez uluslararası düzeyde önemli akademik ve sektörel çalışmalara imza atmış olan Mete Han Gür var. Analitik ve sezgisel boyutlarıyla karar verme eğitimleri veren Gür, aynı zamanda Silikon Vadisi’ndeki start uplarda yönetim deneyimleri olan bir isim. Kariyeri boyunca edindiği bilgi ve deneyimleri yazdığı kitaplarda toplayan Mete Han Gür ile odaklandığı alanlar olan “sezgi”, “uzmanlık” ve “karar verme” kavramlarına yönelik bir söyleşi gerçekleştirdik.
Hem akademik olarak hem de profesyonel iş yaşamında takdir edilesi bir kariyere sahipsiniz. Makaleleriniz ve çalışmalarınız birçok ülkede yayınlanmış. Ayrıca farklı ülkelerde çalışma imkânınız olmuş. Dolayısıyla çeşitli çalışma kültürlerini deneyimlemişsiniz. Türkiye’deki iş yaşamını dışarıdan bir göz olarak değerlendirdiğinizde temel eksikliklerimiz neler? Veya fazlalıklarımızdan da bahsedebilirsiniz.
Mete Han Gür: En gelişmiş ülke ile karşılaştırdığım zaman ülkemizde gördüğüm temel farklılık iş hayatında “pozitif motivasyon” temelli yönetimin yeterince yaygın olmaması diyebilirim. Bu çalışanların ceza ile değil ödülle motive edilerek işlerine adanmalarının sağlanması demek. (Bazı işverenler bunu bol keseden tutmayacakları vaatler vermek diye algılıyor. Bu tam tersi etki yapabilir.) İşverenin çalışanlarının adanmışlığına güvenip mümkün olduğunca onlara sorumluluk vermesi, onları özgür bırakması demek.
New York City’de büyük bir bankanın genel müdürlüğünde çalışırken de, Silikon Vadisi’nde bir start-up’ da çalışırken de şirketin anahtarını verirlerdi. Hafta sonu şirkete gider, çalışır dönerdim. Ama bir an bile “Beni köle gibi çalıştırıyorlar.” demedim. Her şey kendi isteğimleydi. Hatta “Bu kadar keyifli bir iş için üstüne bir da maaş veriyorlar.” diye düşündüğüm çok olmuştur. Bir başka gelişmiş ülkede de pozitif motivasyona ve güvene önem verirlerdi ama saat 17:00 olunca iş bırakılırdı. Sosyal zamanlarından feda etmek istemezlerdi. Bizde geç saatlere kadar çalışma, sosyal hayattan fedakarlık, kanaatimce, yukarıdaki iki gelişmiş ülkenin arasında bir yerde… Eski Sovyetler Birliği bloğundaki ülkelerle karşılaştırıldığımız zaman ise bizim çok daha verimli çalıştığımızı söyleyebilirim.
Farklı ülkeleri karşılaştırırken, insan hayatını etkileyen en önemli kültürel unsur, bence, toplumun içselleştirdiği bazı düşünce kalıpları. Ülkemizde geçen çocukluğumda ve gençliğimde “yaşı 60 işi bitmiş” lafını duya duya büyüdüm. Bir Avrupa ülkesinde çalışırken göçmenler için “cam tavan” olduğunu söyleyenler olurdu. ABD’ye gittikten kısa süre sonra ise “olabildiğin kadar ol”, “limit gökyüzüdür” gibi laflar duymaya başladım. Başkan Reagan’ın birlik mesajında “Amerika is on men” sözünden çok etkilenmiştim. “Bu ülkede her şey insanların kendi elinde.” anlamındaydı bu söz. Hangi ortamda daha fazla motive olursunuz?
Tabii yıllar içinde hem yaşam süremiz uzadı ve o sözü duymaz olduk, hem de yanlış düşünce kalıplarının birçoğunu terk ettik. Ama hala sorgulamamız gerekenler var.
Bu arada ben tüm kitaplarınızı okudum. Anlatım metodolojinize baktığımda hem literatür bilgisi hem sektör deneyimi olduğunu gördüm. Bu iki ayrı gibi gözüken ancak bence birbirini destekleyen alanı içselleştirmek bile yoğun bir emek ve zaman gerektirirken tüm bunları anlatmak, kitaplaştırmak kolay olmasa gerek. Söyleşiye deyim yerindeyse kitabın ortasından konuşarak devam ediyoruz belki ama ben temel motivasyonunuzu merak ediyorum.
Mete Han Gür: Birincisi başkalarına yardımcı olmak arzusu. Bazı tecrübeler çok pahalıya mal olur. Başkası aynı bedeli ödesin istemezsiniz. “Akılsız insanlar kendi deneyimlerinden, akıllı insanlar başkalarının deneyimlerinden öğrenir.” derler. Sadece akıllı insanlara öğretebilirsiniz ama onlardan çok vardır.
İşte bana çok pahalıya mal olan bir deneyim: İş hayatımda bir stratejist olarak çok başarılı yatırım kararları verirken bu becerimi kişisel yatırımlarımda da kullanabileceğimi sandım. Bu bir hataydı. Yatırım kararları vermek gibi belirsizliğin arttığı durumlarda geleceğe yönelik tahminler yapmak için sezgilerimize ihtiyacımız vardır.
Ama “Bir alanda kazandığımız sezgileri bir başka alana taşıyamayız.” Çünkü sezgi alana özgüdür, belli bir alanda kazanılmış bilgileri, o alanda karar verirken, veri bankası olarak kullanır. Bir başka alanda bu veri bankamız oluşmamışsa sezgimiz fazla yardımcı olamaz. Birtakım becerileri farklı bir alana taşıyabiliriz ama bu ihtiyacımızı karşılayacak derecede olmayabilir. Aksini varsaymak “aşırı özgüvene” neden olabilir ve tehlikelidir. Örneğin başarılı bir futbolcu olmak, başarılı bir futbol antrenörü olmayı garanti etmez. Başarılı bir banka şube müdürü olmak başarılı bir finansal yatırım uzmanı olmayı garanti etmez. Satranç şampiyonlarından siyasi liderler çıkamaz.
İkincisi öğrendiklerini unutma korkusu. Öğrendiklerimizi beynimize adeta kazımanın tek yolu başkalarına da öğretmektir. Böylece ayrıntıları dahi aktif halde tutabiliriz.
Üçüncüsü ve belki de en önemlisi küçük kızıma ben onun elinden tutamadığım zaman, onun elinden tutacak, ona rehberlik yapacak kitaplar bırakma arzusu.
Ben Türkiye’yi tarif ederken hep “kavramlarla sorunu olan bir toplum” olarak ifade ediyorum. Gerçekten de terim üretmekte zorluk çekiyoruz. Var olan kavramların da kıymetini bilmiyoruz. Bu da başımıza çeşitli dertler açıyor. Öte yandan Türkiye’de özellikle sosyal bilimler alanındaki akademik çalışmalar birbirinin tekrarı gibi. Kavramsallaştırma yapmıyoruz. Veya yapamıyoruz. Sizin Üç Ceket Karar Verme Yöntemi kitabını bu yüzden çok sevdim. Çünkü bir kavramsallaştırma yapmışsınız. Peki sizi buna sevk eden neydi?
Mete Han Gür: Araştırmalar bir konuşmayı dinledikten sonraki günlerde öğrendiklerimizi hızla unutmaya başladığımızı gösteriyor. Şayet konuşmacı görsel-işitsel kullanmışsa unutmanın hızı biraz yavaşlıyor ama yine de unutuyoruz. Ve hatırladığımız, içselleştirebildiğimiz tek şey o eğitimin verdiği bir iki kavram, kural veya prensip oluyor. Şayet aldığımız eğitim buna odaklanacak şekilde tasarlanmışsa.
“Üç ceket” metaforu üç farklı ceketle üç ayrı kavramı sembolize ediyor. Ceketleri hatırlamak kolay. Onları hatırlayınca her bir ceketin temsil ettiği kavramı da hatırlıyoruz ve gerisi çorap söküğü gibi geliyor. Sanırım bu nedenle “Üç Ceket Karar Verme Yöntemi” bizden bir yazarın yazdığı en iyi karar verme kitabı seçildi. Dilimize çevrilmiş, yabancı yazarların dünya çapındaki karar verme kitaplarını da göz önüne aldığımızda, yedinci en iyi kitap oluyor. Yine de oldukça başarılı.
Kavramsallaştırma konusundan devam edelim. Özellikle genç akademisyenlere bu noktada tavsiyeniz var mı? Türk bilimi için, terim veya kavram üretmek bir kıstas veya mecburiyet mi?
Mete Han Gür: “Terim ve kavram üretmenin” faydalı olduğunu düşünüyorum. Yukarıdaki cevabımı biraz daha açarsam her iki soruya da daha iyi cevap verebileceğim. Öğrendiklerimiz aktif hafızamızdan bir süre sonra pasif hafızamıza geçiyor. Bilinç o bilgilere ulaşamadığı için unuttuğumuzu sanıyoruz. Oysa ikinci bir beynimiz daha var: Sezgi.
Sezgi onlara ulaşabiliyor. Yani pasif hale gelen o bilgileri temsil eden nöron ağlarını bilinçaltında biz farkında dahi olmadan ateşleyebiliyor ve bu nöron ağlarının ateşlediği bağlantılı nöron ağlarını, yani diğer bilgileri de değerlendirebiliyor. Şayet bir öğretiyi bir grup “kaba kural” veya “kısa ve kestirme yol (heuristik)” olarak özetleyebilirsek sezgi gerektiği zaman bunları kullanarak daha verimli bir şekilde bizi yönlendirebiliyor. “Terim veya kavram üretmek” bu heuristiklerin oluşmasını sağladığı için faydalı diye düşünüyorum.
Türkiye’de istismar edilen bir diğer konu da “uzmanlık” meselesi. Özellikle Linkedin’e baktığımızda herkesin birden fazla konuda uzman olduğunu görüyoruz. Peki uzmanlık bu kadar kolay edinilen bir değer midir?
Mete Han Gür: Ne yazık ki hayır. Burada “uzman” kelimesini “usta” anlamında kullanıyorum. Belli bir konuda bir sertifika almak o konuda çıraklık döneminin başlangıcı olabilir. Sonra kalfalık gelir. Sonra da ustalık. Bir konuda alt kademedeki insanlar üst kademedeki insanları anlayamazlar. Yani çırak kalfayı ve ustayı, kalfa da ustayı anlamaz. Hatta aynı seviyede olduğunu düşünebilir. Ama usta kolay olunmuyor. Bilim insanları ustalık için 10,000 saat veya 10 yıl deneyim gibi kaba bir kuraldan bahsederler.
Peki siz “uzman”ı nasıl tanımlıyorsunuz? Örneğin uzmanlık kavramını 10 bin saat kuralı gibi bir klişeye sıkıştırmak ne kadar doğru? Veya sertifikadan ibaret uzmanlıklar hakkında ne düşünüyorsunuz? Her sertifikası olan hatta diploması olan uzman mıdır?
Mete Han Gür: Uzman kelimesinin sözlük anlamı “Bir öğretide beceri, deneyim ve kapsamlı bilgi sahibi olan.” demek. Ben buna “en üst seviyede sorun çözme ve iş yapabilme becerisini istikrarlı bir şekilde göstermeyi” de eklemek istiyorum. Ne 10,000 saat, ne 10 yıl deneyim, ne bir sertifika, ne de bir diploma uzmanlığın veya ustalığın kanıtıdır. Çünkü bu deneyimin nasıl kazanılması gerektiğinin şartları var.
Birincisi, bir deneyimin farklı bakış açılarıyla, farklı ayrıntılarıyla, farklı nüanslarıyla, farklı yönleriyle tekrarlanması gerekiyor. Böylece her tekrar konuyu daha kapsamlı, daha derin öğrenmemizi sağlıyor. Şayet bu koşul sağlanmazsa bir rutini bir defa tekrarlamakla, bin defa tekrarlamak arasında hiçbir fark kalmaz. Sadece biraz daha yaşlanmış oluruz.
İkincisi, yapıcı geri bildirim olması gerekiyor. Bir işte çalışıyorsunuz. Ama kimse zamanında ve doğru geri bildirim vermiyor. Bu durumda işi iyi mi yoksa kötü mü yaptığınızı anlayamıyorsunuz. Öğrenme gerçekleşmiyor. Deneyim boşa gidiyor.
Üçüncüsü, iyi bir ustanın yanında çalışmanız gerekiyor. Bazı tanınmış müzisyenler biyografilerinde kimlerden ders aldıklarını yazarlar. Bazı cerrahlar kimin yanında staj yaptıklarını. Ustanızın kim olduğu çok önemlidir. Ustanın size her şey açıklaması gerekmiyor. Birçok şeyi “farkına varmadan” öğreniyoruz. Bakarak, gözlemleyerek. Bunun için doğru kişinin yanında olmamız, meraklı olmamız, tüm dikkatimizle konuya odaklanmamız yeterli olabiliyor.
Dördüncüsü, pozitif bir ortamda deneyim kazanmanız gerekiyor. İnsanların güler yüzlü olduğu, yaratıcılığın teşvik edildiği, hataların hoş karşılandığı ortamlar pozitif ortamlardır. İnsanı pozitif ruh haline sokarlar. Sezgi pozitif ruh halini sever, kovuğundan dışarı çıkar ve olabildiğince çalışır. Aksine, insanların asık yüzlü, aşırı eleştirel, aşırı kuralcı olduğu veya aşırı disiplin uygulanan ortamlar kişiyi negatif ruh haline sokar. Sezgi böyle ortamları sevmez, kovuğunda saklanır. Ustalık için gereken öğrenmeyi gerçekleştiremez.
Son günlerde oldukça popüler olan “robotlar insanları yok edecek” veya “yapay zeka insanların yerini alacak” tartışmalarıyla söyleşiyi noktalamak istiyorum. Bu konuya girme sebebim sizin “sezgi” ana temalı kitaplarınız. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, sezgi üzerine bu kadar literatürün olması beni hem mutlu etti hem de şaşırttı. Üstelik sezgi, salt modern bilimle ilgili bir konu da değil. Sezginin anlaşılmasına ilişkin yapılan çalışmaların tarihi çok eskilere dayanıyor. Peki sezgiyi bu kadar önemli kılan ne?
Mete Han Gür: Yukarıdaki soruları cevaplarken de sık sık sezgiden bahsettim. Çünkü sezgi hayatımıza sandığımızdan daha fazla müdahil.
Bilinçaltında çalıştığı için farkında olmuyoruz. Bilinç 60,000 yıl önce ortaya çıktı. Yani evrim bilinç üzerinde 60,000 yıldır çalışıyor. Ama homo sapiens ve öncül insan türleri milyonlarca yıldır vardı.
Peki bilinç ortaya çıkmadan önce nasıl yaşadılar? İçgüdüleriyle, duygularıyla ve en önemlisi: sezgileriyle. Sezgi 500 milyon yıl önce ortaya çıktı. Tabii o zaman insan türü yoktu. Başka canlılar vardı.
Sezgi onlarla birlikte evrimleşti ve bu canlıların bazıları evrimleşip insan türüne dönüştüler. Evrim sezgiye 500 milyon yıl emek verdi. Einstein’ın deyimiyle “Sezgisel akıl kutsal bir hediye ve rasyonel akıl sadık bir hizmetkârdı.” Ama ne yaptık: Einstein’ın deyimiyle hizmetkarı ödüllendirdik, kutsal hediyeyi unuttuk.
Şayet “bilimsel sezgiden” bahsediyorsak “salt modern bilimle” çok ilgili. Çünkü tekrarlanabilen deneylere, kanıta, bilimsel araştırmalara dayalı. Bilim insanları sezgi üzerine çok sayıda ve farklı disiplinlerde (nöroloji, psikoloji, yönetim bilimi gibi) araştırmalar yaptılar öyle ki yazdıkları makaleleri bir araya koysanız tahminlerden çok daha fazla yer kaplar. Sizi de şaşırttığı gibi böyle bir literatürün var olduğu pek bilinmiyor çünkü çok hızlı gelişmiş ve göreceli genç bir bilim dalı. Ama bir de “psişik sezgi” var. Antik çağlardan günümüze, kahinlerden, falcılardan, astrolojiden, medyumluğa birçok yerde gücünden ve varlığından bahsedilen sezgi. Temel bilimlerin ortaya çıkmasıyla “psişik sezgi” taraftarları ile “bilimsel sezgi” taraftarları arasında 150 yıldan fazla süren bir tartışma yaşanmıştır. Bu tartışmada her iki tarafta da bilim insanları vardı. Sonunda bilim dünyası “psişik sezgiyi” tamamıyla terk etmiş “bilimsel sezgiye” odaklanmıştır.
Bilimsel sezgiyi önemli kılan birkaç neden şunlardır:
Birincisi sezgisel mekanizmaları anlamanın AI gibi teknolojilere ilham kaynağı olması. Sezgisel mekanizmaları çözebildiğimiz zaman bunlardan yapay zeka mekanizmalarını geliştirmek için ilham alıyoruz. Örneğin, örüntü tanıma ve otomatik öğrenme. Ancak evrimin 500 milyon yılda geliştirdiği sezgi mekanizmalarını tam olarak çözebilmiş değiliz.
İkincisi, sezginin bir derece eğitilebilir, ölçülebilir olması. Bu demektir ki şayet daha iyi kullanmasını bilirsek, teknolojinin yetersiz kaldığı yerde sezgi bize daha iyi yardımcı olabilir.
Üçüncüsü teknolojilerin sınırı olması. Yapay zeka ve benzer teknolojiler insanların yaptıkları işleri giderek daha fazla üstlenseler de bu teknolojileri yönetecek olanlar insanlardır ve insanlar bunu yaparken bir yerde sezgilerine başvuracaklardır. Teknolojik ürünler birer enstrümandır ve sonunda bir insan tarafından kullanılmak zorundadırlar. Örneğin dünya satranç şampiyonu “big blue” denen bilgisayara yenilmiştir. Ama yapay zekayı kullandıktan sonra aynı bilgisayarı yenmeyi başarmıştır.
Bir önceki soruyla bağlantılı olarak sormak istiyorum; şu bir gerçek ki yapay zeka insanın yaptığı birçok şeyi yapabilir. Hatta yapıyor. Duyguları bile öğrenebilir. Hatta öğreniyor. Peki yapay zekanın yapamayacağı insana ait bir şey var mı? Örneğin yapay zekanın bir sezgisi olacak mı?
Mete Han Gür: Yapay zeka “üzerinde çalışabildiği veriler varsa” bir işe yarar. Şayet yoksa karaya oturmuş gemi gibidir. Bir yere gidemez. Yapay zekanın kaybolduğu yerde sezgi devreye girer. Çünkü sezmek “verilenin ötesini görebilmek” demektir.
“Yapay sezgi” üzerine çeşitli makaleler yazılmıştır. Bir makalede sezgi ve yapay sezgi şöyle anlatılır:
Sezgi: Biyolojik bir canlı tarafından, ispat veya bilinçli irdeleme olmaksızın edinilmiş bilgi. Sezginin bilgisi ya evrimle gelir ya da kişi tarafından farkına varmadan edinilir (Mete Han: Bu tanıma farkına varılarak edinilen bilgiyi de eklememiz gerekir.)
Yapay Sezgi: İnsan yapısı bir sistem tarafından ispat veya bilinçli irdeleme olmaksızın edinilmiş bilgi. Tüm bilgi kendisine verilen veriden gelir.
Bu anlatıları karşılaştırdığımız zaman “yapay sezginin” kendisine yüklediğimiz veri ile sınırlı olduğunu görüyoruz. Oysa “doğal sezginin” bilgi kaynakları bizim farkında olduğumuz verinin çok ötesinde: Örneğin, farkına varmadan edindiğimiz bilgiler var, evrimle gelen bilgiler var. Sonuç olarak kendi sezgimizden daha üstün bir yapay-sezgi yaratmamız çok da olanaklı görülmüyor.
Teşekkür ederim çok keyifli ve öğretici bir söyleşiydi. Son olarak, özellikle gençlere ve girişimcilere söylemek istediğiniz bir şey var mı? Tavsiyeleriniz onlar için çok değerli.
Mete Han Gür: “Ters paranoyak” olmayın derim. Nedir bu? Paranoyak birisi sürekli takip edildiğini düşünür. Hep arkaya bakar. “Ters paranoyak” ise hep takip edecek birini arar. Önünde giden birisi olmazsa ne yapacağını bilemez, durur. Çünkü birey olmak, özgün olmak, farklı olmak, ilk olmak veya yalnız olmak ürkütücü gelir. Bunlara cesaretiniz olsun. Dışlanma korkusunu yenin. Uçurtmanız rüzgarla aynı yönde koşarsanız yükselmez. Rüzgara karşı koşarsanız yükselir. Ama bu her şeye otomatikman itiraz etmek demek değildir. Her şeye kendi özgünlüğünüzle bakmanız demektir.
İngilizce’de “critical thinking” diye geçen, Türkçeye “eleştirel düşünce” olarak çevrilen kavram üzerinde düşünün derim. Bu şu demek: “Her şeyin bir mantığı vardır ve bu mantığı çözebilirsiniz.” Bunun için sorgulama becerisini geliştirmek gerek.
Üçüncü önerim en zor olanı. Teknolojiye bağımlılığı azaltın derim. E-kitap okuma yerine, basılı kitap okuyun mesela. Parmaklarınız sayfaları hissetsin. Online sohbet yerine buluşup bir kahve için. Gözlerinizi ekranlardan ayırın, denizin mavisine, ormanın yeşiline daha çok bakın derim.
Sorularınızı cevaplamaktan çok keyif aldım. Bu mülakata davetiniz için çok teşekkür ederim. Onur duydum.
Mete Han Gür I Hakkında
Mete Han Gür, yüksek eğitimini elektronik mühendisi olarak tamamladı. Almanya’da staj yaptı, Hollanda’da ihtisas. Lisansüstü çalışmalarına yurt dışında çeşitli üniversitelerden iş idaresi dersleri alarak devam etti. Londra’da danışmanlık şirketlerinde çalışarak kariyerine başladı. Çok uluslu şirketlerin pazarlama ve stratejik planlama bölümlerinde yönetici olarak kariyerini sürdürdü. .Birçok uluslar arası konferansa konuşmacı olarak katıldı. Üç ülkede yayınlanmış profesyonel makaleleri, akademik ve profesyonel ödülleri vardır.
Güncel makaleler, sektörel haberler ve ücretsiz etkinlikler için mail listemize abone olun.